YUSUFÇELİK

10'suz Kasım

Mustafa ...

Osmanlı İmparatorluğu’nun Selanik şehrinde Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım çiftinin oğlu olarak fakir bir ailede 1881’de dünyaya geldi. Mahalle mektebinde okula başladı, bir süre sonra ise babasının istediği ilkokula yani Şemsi Efendi Mektebine geçti. 1893’de babasını kaybetti, küçük yaşta yetim kaldı.

Babasının vefatının ardından annesiyle, dayısı Hüseyin’in Langaza’daki çiftliğine yerleşti ve bir müddet çiftlikte tarla bekçiliği yaptı. Eğitimsiz kalacağından endişe eden annesinin isteğiyle Selanik’e dönerek halasının yanına yerleşti ve ilkokulu tamamladı.

Annesinin karşı çıkmasına rağmen askeri ortaokula girdi. Bu okuldaki matematik öğretmeninin adı da Mustafa’ydı. Öğretmeni, “İkimizin adı da Mustafa, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun.” diyerek ona olgunluk anlamına gelen “Kemal” ismini de ekledi. Sınıf 4.’sü olarak 1895’te mezun oldu.

Manastır Askeri Lisesine girdi. Tarih öğretmeni Mehmet Tevfik, Mustafa Kemal’in tarihe merakını güçlendirdi. Lisede Fransızca öğrendi, yaz tatillerini de boş geçirmeyerek Fransızca kurslarına gitti. Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Yücekök özgürlük düşüncesiyle genç Mustafa Kemal’in düşünce yapısını çok etkiledi.

19 Nisan 1897’de başlayan Osmanlı-Yunan Savaşı’na gönüllü olarak katılmak istedi ancak öğrenci ve 16 yaşında olduğu için cepheye gidemedi. Askeri liseyi sınıf 2.’si olarak bitirdi.

Ardından Kara Harp Okuluna girdi, burayı da sınıf 8.’si olarak tamamladı. Kurmay subayların yetiştirildiği Kara Harp Akademisinde yükseköğrenime devam etti, 1905’te kurmay subay olarak mezun edildi ve orduya katıldı.

Gençliğinin bu önemli döneminde memleket dağılmanın son eşiğine gelmişti. Gençliğinin en güzel yılları annesinin dizinin dibinde şöyle rahat bir gün yüzü görmek yerine yokluk içerisinde ve savaş meydanlarında geçti.

Çanakkale’de bir cep saati kurşunun kalbine isabet etmesini önledi. Trablusgarp Savaşı’nda bombaların etkisiyle sol gözüne kireçli taş parçası isabet etti, uzunca bir süre onun rahatsızlığını yaşadı ve hafif şaşı kaldı. Arada ailesinin yanına geliyordu ama çok duramıyordu. Annesiyle her vedalaştığında Zübeyde Hanım oğlunun hayatı için çok endişe ediyor, yüreği ağzına geliyordu.

İstanbul Hükümeti tarafından yönetime muhalif oluğu için görevden alındı, hain ilan edilerek idamı istendi. O ise memleketin kötü gidişatına “dur” demek için kurmay refleksiyle sürekli bağımsızlığın planlarını yapıyor ve bu düşüncelerini açık seçik, eğip bükmeden millete anlatıyordu.

Yurdun batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine her yöresine bizzat giderek Anadolu insanıyla yakın temaslar kurdu. Herkesi birlik içerisinde hareket etmeye ve topyekun bağımsızlık mücadelesi vermeye davet etti.

23 Nisan 1920’de 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) açıldı ve TBMM Başkanı seçildi. 29 Ekim 1923’te ise TBMM’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti, milletvekillerinin oy birliğiyle 1. Cumhurbaşkanı seçildi.

Savaş bitmişti, yeni bir ülke kurulmuştu ama şimdi de uygarlık savaşı başlıyordu. Yapılacak çok iş vardı. Halkın mutluluğu, refahı ve ilerlemesi için hukuktan eğitime, ekonomiden sağlığa, tarımdan ulaşıma, ticaretten sanayiye, sosyal politikalardan çalışma hayatına, kültür sanattan spora daha birçok alanda çağa ve modern dünya ülkelerine uyumlu reformların yapılması gerekiyordu.  

Bir örnek vermek gerekirse, 29 Ekim 1923’te sağlık hizmetleri hükümet, belediye ve karantina tabiplikleri, küçük sıhhiye memurlukları, 86 adet yataklı tedavi kurumu, 6 bin 437 hasta yatağı, 554 hekim, 69 eczacı, 4 hemşire, 560 sağlık memuru ve 136 ebe ile veriliyordu. Hekim başına düşen nüfus 1923’te 30 bin dolayındaydı. Bu sayı, cumhuriyetin yetersiz bir personel kadrosuyla hizmete başladığını gösteriyor. Atatürk döneminde bazı yıllara göre hekim başına düşen nüfus 1930’da 12 bin 183, 1935’te 9 bin 846 olarak kayıtlara geçti.

Milli ekonominin temelinin ziraat olduğuna inanıyordu. Bu yüzden meyvecilik, fidecilik, fidancılık, hayvancılık gibi birçok konuda kitap bastırarak köy muhtarlıklarına yollattırdı ve halka bedava dağıtılmasını istedi.

24 Kasım 1934’te TBMM tarafından kabul edilen 2587 sayılı Soyadı Kanunu’yla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e, ülkeye ve millete yararlılıkları nedeniyle "Atatürk" soyadı verildi.

Vatandaş Mustafa Kemal 

Devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ü bir de “Vatandaş Mustafa Kemal Atatürk” olarak ele almak gerekiyor. 

Yemeklerden kuru fasulye ve pilavı çok sever, kahveyi sade içerdi. Özellikle akşam yemeklerini çok severdi. Sofrasında her zaman yöneticiler, akademisyenler, sanatçılar gibi çeşitli kesimleri ağırlar, yurt ve dünya sorunlarını tartışırlardı. Sofranın düzenine çok önem verirdi. Atatürk’ün sofrasına tanık olanlar bu sofrayı “düşünce bahçesi” olarak nitelendirirdi.

Milli ve uluslararası müzikleri çok severdi ama Rumeli türkülerinin onda yeri bambaşkaydı. Köy düğünlerinde ceketini fırlatıp yere atar, tüm neşesiyle halaya katılırdı. Çok iyi zeybek oynar, dans etmeyi de çok severdi, iyi vals bilirdi.

Bazıları tarafından abartıldığı gibi içkiye aşırı düşkün biri değildi. Çay bardağından biraz daha büyük bir kadeh içerdi, sarhoş olduğu hiç görülmemiştir. Gündüzleri iş başında, savaş alanlarında, mübarek gün ve gecelerde asla içmezdi.

İbadetine çok düşkün değildi ama Ramazan orucunu tutar, kandil gecelerinde çok ihtimamlı olur, her yıl Çanakkale şehitlerinin ruhu için Kur’an-ı Kerim okuturdu. Atatürk'e 12 yıl hizmet eden uşağı Cemal Granda, "Atatürk'ün Uşağının Gizli Defteri" kitabında, bir gün Dolmabahçe Sarayının bir odasında kapı aralığından Atatürk'ü gördüğünü ve sürekli "Allah" kelimesini tekrar ettiğini duyduğunu anlatır. Granda, hayatı boyunca o kadar içten "Allah" diyen başka bir insan görmediğini belirtir. Halkın Kur'an-ı Kerim'i dosdoğru ve tam anlaması için Elmalılı Hamdi Yazır'a tefsir hazırlattırdı.  

Günümüzde, bazı kesimler tarafından içkiye düşkünlüğü dolayısıyla çok sert eleştirilere maruz kalıyor.

Onlara tek sözüm var: “İlk taşı günahsız olan atsın.”

“Kim ne der?” diye umursamaz, istediği şekilde açık seçik yaşardı.

Kişisel bakımına çok önem verir, her sabah sakal traşı yapar ve duş alırdı. Giyinmeyi sever ve her zaman şık olmayı önemserdi.

Muzip biriydi, arkadaşı Nuri Conker’i işletmeye bayılırdı. Milleti sinemaya teşvik etmek için arada sinema izlemeye giderdi. Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte başaranların “medeni insan” olduğunu söylerdi.

Dolmabahçe Sarayında olduğu zamanlarda çok sıkılıyordu. Bazen tebdili kıyafetle kimseye haber vermeden dışarı çıkardı. Onu bulamayınca herkes bir telaşa kapılırdı. 

Özel hayatında yanıldığında kendine kızardı hatta kendisiyle alay ederdi. Milleti ve devleti ilgilendiren konularda yanılgıya düşmemek için çok ön hazırlık yapar, okur, araştırır, etrafındakilerle danışarak ve tartışarak konuyu olgunlaştırıp öyle karara bağlardı.

Ömrünün 57 yıllık diliminde en güzel yılları annesinden ve kardeşi Makbule’den ayrı, savaş meydanlarında, hastalıklarla, yoklukla ve mücadeleyle geçti. Varını, yoğunu Türk milletinin bağımsızlığına adadı ama bundan asla şikayet etmedi.

15 Haziran 1926’da suikast girişimine uğradı, yaşadığı üzüntünün biraz olsun giderilmesi için 18 Haziran akşamı İzmir’deki Bornova Ziraat Mektebinin bahçesinde balo düzenlendi.

Balonun ardından basın mensuplarına verdiği demeçte, “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” dedi.

Böbrek ve kalp rahatsızlıkları vardı. Milli Mücadele yıllarında böbrek rahatsızlığından dolayı kaplıcalara bile gitmişti. Cumhuriyetin ilanından birkaç yıl sonra “Nutuk”u yazdığı esnada kalp spazmı ve kalp krizi geçirdi. 1938’in başında siroz teşhisi konuldu. Temmuz 1938’de yakalandığı zatürre de sonun başlangıcıydı. Günden güne çok zayıflıyordu. Atatürk, 17 Ekim 1938’de ilk kez komaya girdi.

Doktorların tüm müdahalesine rağmen bir sonbahar günü 10 Kasım 1938’de İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayında yaşama veda etti.

"Anne baba dahi hatırımıza gelmiyordu Atatürksüz"

İki ay önce 6 Eylül 2022’de kaybettiğimiz 1 Eylül 1923 doğumlu Türkiye’nin en yaşlı gazisi, emekli Kıdemli Hakim Albay Ali Cesuroğlu, TRT Haber’in Ömür Dediğin programında 10 Kasım 1938’i şu cümlelerle anlatmıştı:

"Kastamonu Lisesinin Fransızca bölümünde okudum. İkinci sınıftaydım, Atatürk’ün vefatını öğrendik. O zaman radyo yaygın değil, evlerde radyo falan yok. Kastamonu’da Halkevi vardı ırmağın kenarında, onun 2. katına bir hoparlör koymuşlardı. O hoparlör neşriyat yapardı, Ankara Radyosunun neşriyatını. İşte oradan duyduk. Tabi, büyük bir matem havası bürüdü herkesi. Ağlamaya başladı öğrenciler lisede, halk öyle. Çok üzüldük çok, sanki boşlukta kalmış kimsesiz bir insan gibi görüyorduk kendimizi. Anne, baba dahi hatırımıza gelmiyordu Atatürksüz, öyle bir hisse kapıldık."

Her 10 Kasım "10'suz Kasım" olsa da büyük ölülere matem gerekmez. Eserlerinle ve yaptıklarınla her zaman gönlümüzdesin.

Minnettarız.